TÜRK-RUS MÜNASEBETLERİNDE YENİ DÖNEM

XXI. yüzyılın başından itibaren hızla gelişen ve adeta “stratejik işbirliği” seviyesine çıkan Türk-Rus münasebetleri, 2015’te yaşanan uçak krizi dolayısıyla büyük zarar gördü. Kriz sırasında Moskova’nın başlattığı yaptırımlar ve Kremlin’den yapılan sert açıklamalar, aslında gerginliğin kısa vadede sona ermeyeceğinin işareti olarak algılansa da 15 Temmuz 2016 tarihinde Türkiye’de meydana gelen darbe girişimi sırasında Moskova’nın bu olayı kınayan ilk ülkelerden biri olması, bu süreçte Rus yetkililerinin Türk Hükümeti’nin yanında olduğunu açıklaması ve ardından Türk tarafının mektup diplomasisini başlatması, taraflar arasındaki işbirliğinin yeniden canlanmasını sağladı. Tarafların krizi kısa sürede aşmalarının birkaç önemli sebebi vardır. Söz konusu sebeplerin başında tarafların kriz sırasında ekonomik alanda gördükleri zarar ve bu zarardan kurtulma çabası gelmektedir. Uçak krizi dolayısıyla Rusya’nın uyguladığı ambargo, yalnızca Türk ekonomisine zarar vermedi, bu ambargodan aynı ölçüde Rusya da olumsuz etkilendi. 2014 yılında 40 milyar Dolar olan iki ülke arasındaki ticaret hacminin 2016’nın ilk yarısında beş altı kat azalması da doğal olarak tek bir tarafı değil her iki ülkeyi de olumsuz etkiledi. Nitekim Moskova’nın Türkiye’den ithal ettiği sebze meyve, tekstil ürünleri, araba parçaları, vb. ürünlere ambargo koymasının Türk yetkililerinin açıklamalarına göre yıllık Türkiye’ye 8-9 milyar dolar zararı oldu. Kırım olayları dolayısıyla zaten Batı’nın ambargosu ile petrol fiyatlarının düşüşü ve buna bağlı olarak gelirlerinin azalması dolayısıyla ekonomik kriz ile karşı karşıya kalan Rusya, Türkiye ile de sorun yaşayınca iyice sıkıntı yaşamaya başladı. Sebze meyve ve Türkiye’den ithal edilen diğer ürünlerin fiyatı ve buna bağlı olarak enflasyon oranı arttı, Türkiye’den ithal edilen parçalarla üretimini sürdüren otomobil fabrikalarının bazıları kapandı. Dolayısıyla kısa süre içerisinde Ankara ile Moskova, iki ülke ekonomisinin birbirlerine önemli ölçüde karşılıklı olarak bağlı olduğu ve yaşanan krizden her ikisinin de önemli maddî kayıplara uğradığı sonucuna varmış olmalılar ki siyasi alandaki yumuşamaya paralel olarak ekonomik alandaki işbirliğini hızla geliştirmeye başladılar. Yine bu bağlamda tarafların anlaştıkları ve yıllardır üzerinde çalıştıkları Akkuyu Nükleer Santrali ve Türk Akımı Doğalgaz Boru Hattı gibi projelerin hayata geçirilmesi de Ankara ile Moskova için hem siyasi hem de ekonomik öneme sahip projelerdir. Dolayısıyla adı geçen projelerin arz ettiği önemin de krizin geride kalmasında payı büyüktür. Tarafların küskünlüğe son vermelerinin bir başka önemli nedeni ise Moskova ile Ankara’nın Batı ile münasebetlerinde yaşadıkları sorunlardır. Tarih boyunca bu husus, iki ülkeyi yakınlaştıran bir özellik olmuştur. Günümüzde Moskova, özellikle Kırım meselesi dolayısıyla AB ve ABD ile son yılların en gergin dönemini yaşamaktadır. Bunun dışında Vladimir Putin ile birlikte Rusya’nın uluslararası arenada güçlenmesi, Kremlin’in ABD başkanlığında tek kutuplu dünya düzeninin oluşmasına karşı çıkması, Moskova’nın eski Sovyet coğrafyası ve komşu bölgelerde etkisini arttırması, NATO ve AB’nin yayılmaya devam etmesi gibi hususlar, Rusya ile Batı arasındaki münasebetleri gerginleştirmektedir. Rusya ayrıca kendisine Batı’nın yalnızca “petrol pompalayan ülke” gözüyle bakmasından da rahatsız olmaktadır. Karşılıklı uygulanan ambargo ise Rusya’yı ekonomik olarak zorlamaktadır. Bundan dolayı Rusya, Türkiye ile çok yönlü işbirliğini yeniden başlatarak bir taraftan ekonomik alanda Batı’ya alternatif aramakta, diğer taraftan ise siyasi alandaki münasebetlerini çeşitlendirmeye çalışmaktadır. Rusya da aslında Türkiye açısından aynı öneme haizdir. Türkiye, 50 yılı aşkın süren AB üyelik süreci dolayısıyla AB ile, son yıllarda da özellikle Orta Doğu’daki gelişmeler dolayısıyla ABD ile zaman zaman gergin dönemler yaşamaktadır. Türkiye’nin Batı ile münasebetlerindeki esas sorun, gerek ABD’nin gerekse de AB’nin Türkiye’nin bölgedeki çıkar ve genel olarak izlediği siyaseti anlamamaları ve gereken hassasiyeti göstermemeleridir. Türkiye’nin Suriye ve genel olarak Orta Doğu politikası bunun son örneklerinden birini oluşturmaktadır. Birçok konuda Rusya, Batı ile kıyasla Türkiye’nin daha iyi anlaşabilecek, Türkiye’nin çıkar ve önceliklerine daha duyarlı olabilecek bir ülke olarak karşımıza çıkmaktadır. Bütün bunlara komşuluk, bölgesel sorunlara coğrafî yakınlık, bu sorunlarla ilgili benzer bakış açıları ve ekonomik çıkarlar eklenince Türk-Rus yakınlaşması kaçınılmaz hâl almaktadır. Uçak krizine sebep olan Suriye meselesi de ilginç bir şekilde krizin bir an çözülmesini isteyen tarafların yeniden yakınlaşmasını sağlayan önemli konulardan biri oldu. Rusya ile Türkiye, Suriye ve Irak da dâhil olmak üzere Orta Doğu’daki bütün ülkelerin torak bütünlüğünü savunmakta, bölgenin teröristlerden arındırılmasını ve başta Suriye olmak üzere bölgede barış ve istikrarın sağlanmasını istemektedirler. Bu bağlamda yeni dönemde taraflar Suriye ve genel olarak Orta Doğu siyasetlerinde bir birlerinin çıkarlarını gözetmekte, atacakları tüm adımlar konusunda birbirlerini önceden haberdar etmektedirler. Astana ve Soçi zirveleri, Türkiye ile Rusya arasında bölgesel sorunların çözümü konusunda iyi bir işbirliği örneğini oluşturduğu gibi bu iki ülkenin bölgedeki etkisini de ortaya koymaktadır. Moskova ile Ankara, Tahran ile birlikte adeta BM’nin misyonunu üstlenerek bölgede barışın tesisi için çaba sarf etmektedirler. Yine Ankara’nın Afrin harekâtı ve Moskova’nın Türkiye’nin bu adımına olumlu yaklaşımı da tarafların birbirlerinin hassasiyetlerine anlayışlı davrandıklarının bir göstergesidir. Rus yetkililere göre, ABD’nin Suriye’de izlediği yanlış politika, Ankara’nın Afrin harekâtını zorunlu kıldı. Bu konu, aynı zamanda Moskova’nın desteğinin de en büyük gerekçelerinden biridir. Kremlin, Rus askerlerinin Suriye’den çekildiği bir ortamda ABD destekli terör örgütlerinin bölgede güçlenmesine, hatta Suriye’nin toprak bütünlüğüne tehdit oluşturmasına karşı çıkmaktadır. Dolayısıyla Afrin’in günümüzde iyi münasebetler içerisinde olduğu bir ülkenin (Türkiye) kontrolünde ve iç ve dış tehditlerden arındırılmış olması, Moskova’nın da işine yaramaktadır. Ayrıca Rusya’nın, Afrin harekâtının Ankara’nın NATO, AB ve ABD ile münasebetlerini de olumsuz etkileyebileceğini, Türkiye’nin NATO ile bağları koparma konusunda bir başlangıç teşkil edebileceğini düşünüyor olması kuvvetle muhtemeldir. Ancak Rusya’nın harekâta karşı çıkmamasındaki gerekçeleri ne olursa olsun genel olarak Suriye sorunu, taraflar için başka meselelerde de işbirliği geliştirmeleri ya da en azından görüş alışverişinde olmalarını sağlamak açısından iyi bir örnek teşkil etmektedir. Yeni dönem Türk-Rus münasebetlerinin önemli gündemlerinden biri de Türkiye’nin Rusya’dan S-400 füzelerini satın alma meselesidir. 2007 yılından itibaren Rusya Silahlı Kuvvetleri’nin ileri silahları arasında yer alan ve 600 kilometre uzaklıktan tehdidi belirleyebilen S-400 füze kalkan sistemi, 60 kilometre uzaklıktaki balistik hedefleri, 400 kilometre uzaklıktaki de aerodinamik hedefleri ve 5 metre kadar alçak yükseklikteki hedefleri vurabilmektedir (Amerika’nın Patriot füzeleri ancak minimum 100 metre yükseklikteki hedefi vurabilmektedir). 4.8 kilometre saniyede uçan hedefleri vurma kapasitesine sahip bu teknoloji, günümüzde Rusya Silahlı Kuvvetleri’nin bütün askerî bölgelerindeki 40 taburunda ve Rusya’nın Suriye’deki Hmeymim Hava Üssü’nde konuşlandırılmış bulunmaktadır. Rusya, S-500 üretimine başladığından dolayı S-400’lerin başka ülkelere satışını başlatmıştır. Rusya’nın Çin, Hindistan, hatta S. Arabistan’a satışı pek ses getirmezken NATO üyesi Türkiye’nin de S-400’lere ilgi duyması, yalnızca Rusya ile Türkiye’de değil, Batı’da da konuşulmakta ve yakından izlenmektedir. Rus kamuoyunun bir kısmı, bu füzelerin daha yakın zamanda Rus uçağını düşüren Türkiye’ye satılmasına karşı çıkarken Rus uzmanlar, Türkiye’yi yeni pazar olarak, S-400’lerin Türkiye’ye satışını da NATO’yu zayıflatma olarak görmektedirler. Türkiye’de de S-400’lerin alımı ile ilgili farklı görüşler mevcuttur. Ancak Aralık 2017’de imzalanan anlaşma, tarafların bütün iç ve dış tepkilere rağmen varılan antlaşmayı hayata geçirme konusunda kararlı olduklarını göstermektedir. S-400’lerin satışı ile gündeme gelen konulardan biri de Rusya’nın teknolojilerin iç sistemlerine ulaşımını sağlayacak elektronik paroları (kodları) vermemesi, bakım ve tamir işlerini de Rus uzmanlarının gerçekleştiriyor olmasıdır. Her ne kadar bu husus, Türkiye’de itirazlara yol açsa da Rus yetkililerine göre bu uygulama, yalnızca Türkiye’ye satılacak S-400’ler için geçerli olmayıp genel olarak bütün ülkelere uygulanan bir kuraldır. Gerek ABD gerekse de Rusya bu tür silahları satarken alan tarafa bu teknolojileri söküp incelememe, üçüncü ülkelere devretmeme, tek başlarına bakımını yapmama şartı koymaktadırlar. Rusya’nın S-400’leri “şimdilik” müttefiki olan Çin’e de aynı şartlarla sattığını belirtmekte fayda vardır. Dolayısıyla Kremlin’in NATO üyesi Türkiye’nin de bu konudaki ısrarı karşısında geri adım atmayacağını şimdiden söylemek mümkündür. İlk füzelerin 2019-2020’de teslim edilmesi beklenmektedir. Önemli işbirliği alanlarından birini de şüphesiz enerji oluşturmaktadır. Türkiye, 2015-2016’da yaşanan krize rağmen hâlâ Rusya’nın en önemli gaz müşterilerinden biridir. Rusya ile Türkiye arasında yaşanan kriz döneminde dahi Rusya gaz satışını durdurmadı. Bu da şüphesiz karşılıklı bağlılık ile ilgilidir. Rusya’dan Batı Hattı (1987’den itibaren) ile Mavi Akım Hattı’ndan (2003’ten itibaren) gaz alan Türkiye, son yıllarda bir taraftan Rusya’ya alternatif projeler üzerinde çalışırken diğer taraftan da alternatif enerji kaynakları üretimine önem vermektedir. Güzergâh çeşitlendirilmesinin (Irak, İran, Katar, Azerbaycan vs.) yanı sıra sıvılaştırılmış doğalgaz depolarının inşası, petrol ve doğalgaza alternatif kaynakların arayışı, güneş enerjisinden daha fazla istifade edilmesi, nükleer santralin inşa edilmesi Türkiye’nin enerji politikaları açısından büyük önem arz eden ve başarıyla yürütülen projelerdir. Ayrıca Türk Akımı Projesi örneğinde görüldüğü gibi Ankara, Rusya ile de bu alanda işbirliğini arttırmaya çalışmakta ve bölgesel bir enerji merkezi (hub) olma yolunda emin adımlar atmaktadır. Türk Akımı Projesi ile Rus doğalgazı Anapa’dan Karadeniz’in altından iki hatla Kırklareli’ne bağlı Kıyıköy’e ulaştıracaktır. Bu gazın bir kısmını Türkiye kendisi kullanacak, bir kısmını ise Avrupa ülkelerine ihraç edebilecektir. 2019’da hayata geçmesi planlanan ilk hat, tek başına Türkiye’nin doğalgaz ihtiyacının % 35’ini karşılayacak kapasiteye sahiptir. Türk Akımı’nın hayata geçmesiyle, Türkiye Batı Hattı’ndan doğalgaz almayı bırakacaktır. Toplam 31.5 milyar metre küplük kapasiteye sahip yeni projenin hayata geçmesi, Türkiye’nin Rusya’ya enerji alanındaki bağlılığının artışı olarak yorumlansa da bu yaklaşım doğru değildir. Zira bu bağlılık, tek taraflı bir bağlılık değildir. Özellikle Ukrayna üzerinden Avrupa’ya gazı ulaştırma konusunda sorun yaşamasından dolayı Kremlin, alternatif boru hatları üzerinde çalışmakta ve bu bağlamda Türkiye’yi güvenilir bir ortak olarak kabul etmektedir. Diğer taraftan Rusya da bu alanda kendisini güvenilir bir ülke olarak ispatladı. Türkiye, Rusya’dan 1987 yılından itibaren gaz almasına rağmen günümüze kadar Rus gazında hiç kesinti yaşanmadı. Bu alandaki karşılıklı güvenin bir başka önemli göstergesi de nükleer enerji alanında geliştirilen işbirliğidir. Mersin Akkuyu’daki nükleer santral inşa çalışmaları özellikle 2017 yılının sonunda hız kazandı. Artan enerji ihtiyacı ve Türkiye’nin bölgedeki konumu açısından özellikle nükleer santral projenin bir an önce tamamlanması elzemdir (Rus devlet nükleer şirketi Rosatom’un yürüttüğü projenin 2020’de hayata geçmesi planlanmaktadır.) Türkiye’nin neredeyse bütün (karadan ve denizden) komşuları (Rusya, Ukrayna, Ermenistan, Bulgaristan, İran) nükleer santrallere sahiptir. Türkiye’nin de nükleer santrala sahip olması, doğalgaza olan ihtiyacı azaltacağı gibi siyasî ağırlığını da arttıracaktır. Bu bağlamda önemli olan santral inşasının doğal afetlere karşı dayanıklı ve çevreye zarar vermeyecek şekilde son teknolojiler kullanılarak yapılmasıdır. Türk yetkililerinin bu konuya fazlasıyla önem vermesi, Rus şirketinin ise nükleer santral inşa konusunda tecrübeli olması, inşa edilecek santralin bölgenin en güvenli ve en son teknolojilerle donatılmış nükleer santral olmasını sağlayacaktır. Kriz sonrasında zarar gören, ancak günümüzde yine yükselişe geçen bir başka alan ticarettir. 2014’te iki ülke arasındaki ticaret hacmi yaklaşık 32 milyar Dolar seviyesindeyken, 2016’da bu rakam, 17 milyar Dolar’dı. 2017’de ise yoğun diplomatik görüşmelerin neticesinde Moskova, aşama aşama bütün yaptırımları kaldırdı ve ticarî münasebetler de tekrar yükselişe geçti. 2017 yılının ilk altı ayında iki ülke arasındaki ticaret hacmi bir önceki yılın altı ayıyla kıyasla yaklaşık % 30 oranında arttı. 2017 yılına ait kesin rakamlar henüz yayımlanmazsa da yılsonu itibarıyla ticaret hacminin 20 milyar Dolar’ı aştığını tahmin etmek mümkündür. Ancak özellikle son yıllarda bütün dünyada yaşanan ekonomik kriz dolayısıyla eski rakamlara ulaşılması, zaman alacaktır. Rusya’nın Türkiye’ye yaptığı ihracatın önemli kısmını doğalgaz, petrol ve petrol ürünleri teşkil ederken, Türkiye’nin Rusya’ya sattığı mallar arasında en önemli kalemleri tekstil ürünleri, demir ve çelik ürünleri, sebze ve meyve oluşturmaktadır. Kriz sonrasında ticarî münasebetlerde dikkat çeken konu ise Rusya’nın bütün sebze meyveleri tekrar ithal etmeye başlamasına rağmen “domates yaptırımının” devam etmesiydi. Domates, Rusya’da salatalık ile birlikte patatesten sonra en fazla tüketildiği sebzelerdendir. Bundan dolayı Rusya, Türkiye ile yaşadığı kriz sırasında bu ürünü başka ülkelerden ithal etmeye başladı, iş adamlarından başka pazarlara yönelmelerini istedi, seralarda domates üretimine yatırımlarda bulundu, uzun vadeli anlaşmalar yaptı. Dolayısıyla da Rusya, büyük yaptırımlar yapıldığından ve şirketler başka pazarlara yönlendirildiğinden kısa vadede Türkiye’den domates ithalini tekrar başlatamadı. Ancak günümüzde “domates krizi” de geride kalmış bulunmaktadır. Ticarî münasebetlerde Türk yetkililer haklı ve sürekli olarak Türkiye aleyhine olan dengesizliği dile getirseler de Rus yetkililerine göre bu dengesizlik, Türklerin Rusya’da inşaat sektörüne yaptığı yatırımlar, bavul ticareti ve turizm sayesinde kapanmaktadır. Nitekim kriz sonrasında tekrar gelişmeye başlayan alanların başında müteahhitlik ile turizm gelmektedir. 2017 yılı itibarıyla Türk müteahhitler Rus inşaat sektörüne, Rus turistler ise Türk sahillerine dönmeye başladılar. Bunun da iki önemli açıklaması vardır. 2018’de Rusya’da yapılacak olan Dünya Futbol Şampiyonası’nın başlamasına yaklaşık altı ay kaldı. Dolayısıyla Moskova, hızlı ve kaliteli iş yapan Türk inşaat şirketlerine ihtiyaç duymaktadır. 1991’den itibaren Türk şirketlerinin Rusya’da binlerce proje hayata geçirmesi ve bütün inşaatların en iyi kalitede yapılması, Rusya’nın Türk şirketlerine olan güveninin de yüksek olmasını sağlamaktadır. Rus turistlerinin Türk sahillerine “dönüşü”nün sebebi ise aynı fiyat ve kalitede Türkiye’ye alternatif bulamamalarıdır. Yeni ilhak edilen Kırım sahilleri, Türkiye ile kıyasla kalite açısından çok daha düşük seviyede olduğu gibi fiyat açısından da çok daha pahalıdır. Aynı şeyi Rusların Türkiye’ye gelemedikleri 2016’da gittikleri Yunanistan ile İspanya için de söylemek mümkündür. Bundan dolayıdır ki 2017 yazı Türkiye, yeniden Rus turistlerinin en fazla tercih ettiği ülke oldu. Charter uçuşlarının yeniden başlatılması, THY ile Pegasus Hava Yolları’nın Rusya’ya yeni seferler başlatmaları da turizm alanında eski seviyeye ulaşılmasını hızlandırdı. Nitekim 2017’de Türkiye’ye gelen Rus turist sayısı 2015 seviyesine (4 milyon) ulaştı. Görüldüğü gibi 2018 yılının başında diplomatik, siyasi, askerî, ekonomi, enerji alanlardaki sıkıntılar geride kaldığı gibi eskisiyle kıyasla Türk-Rus münasebetleri çok daha geniş çapta gelişmektedir. Bununla birlikte çözüm bekleyen ve bütün ikili münasebetlerde olduğu gibi işbirliğine gölge düşürebilecek konular da vardır. Kriz öncesi ile kıyasla hâlâ çözülmemiş sorunlardan biri, Rusya’nın Türkiye vatandaşları için uygulamaya devam ettiği vize konusudur. Diğer bir deyişle uçak krizi öncesinde Türk vatandaşları Rusya’ya vizesiz giriş yaparken günümüzde vize almak zorundadırlar. Eskiye kıyasla vizenin fiyatının arttığı da görülmektedir. Kaldı ki “vize konusu”, münasebetlerdeki düzeyi göstermesi açısından da önem arz etmektedir, zira özellikle Rusya gibi ülkelere vizesiz giriş, ikili ilişkilerdeki güvene işaret etmektedir. İki ülke yetkililerinin açıklamalarından 2018’de Rusya’nın vize uygulamasını kaldıracağı anlaşılmaktadır. Bu adımı yavaşlatan sebeplerden biri de Suriye’de devam eden iç savaştır. Bunun dışında Rusya’nın PKK’yi terör listesine dâhil etmemesi, Orta Doğu’da bağımsız bir Kürt Devleti’nin kurulmasına karşı çıkmasına rağmen bölgeye yönelik siyasetinde “Kürt kartını” oynamaktan çekinmemesi, Türkiye’nin Rusya’nın Kırım’ı ilhakını tanımaması ve genel olarak Kırım Tatarlarının durumu, Ankara ile Moskova’nın Yukarı Karabağ meselesinde adeta farklı taraflarda yer alması, Rusya’da Ermeni ve Kürt diasporalarının faaliyetleri ve Türkiye karşıtı propagandaları, Türkiye’de ise Kafkasya, Kırım vs. kökenli vatandaşların bir kısmının olumsuz Rusya algılamaları, münasebetleri zaman zaman olumsuz etkileyebilen ve iki “büyük komşuyu” karşı karşıya getirebilen sorun ve konuların başlıcalarıdır. Bununla birlikte Suriye sorununda sergilenen işbirliği örneği, tarafların sorunlu meselelerde dahi bölge barışı için ortak çalışabileceklerini göstermektedir. Yukarıda özetlemeye çalıştığımız sorunların münasebetleri olumsuz etkilemesini engellemek için ise taraflar bir taraftan sorunlu meseleleri masaya yatırmaktan kaçınmamalı, diğer taraftan da özellikle kültürel ve ilmî alandaki işbirliğine önem vermelidirler. Bu bağlamda 2019 yılının Türkiye - Rusya Kültür ve Turizm Yılı ilân edilmesi, büyük önem arz etmektedir. Üniversite, enstitü, stratejik araştırma merkezi vb. bilimsel müesseseler arasında geliştirilecek işbirliği, taraflar arasında algı sorununun çözülmesi konusunda yardımcı olabileceği gibi, siyasi ve ekonomik münasebetlerin de temelini oluşturacaktır. Bundan dolayı son yıllarda dile getirilen ortak Rus-Türk Üniversitesi’nin kuruluşu projesi üzerinde mutlaka çalışmaya devam edilmelidir. Aynı şekilde kriz sırasında Rusya’da çalışmaları yasaklanan Yunus Emre Enstitüsü’nün faaliyetlerine tekrar izin verilmesi, Rusya Federasyonu içerisindeki Türk cumhuriyetlerinin TÜRKSOY içerisindeki üyeliklerinin yeniden aktive edilmesi, öğretim üyesi ve öğrenci değişim projelerinin hızlandırılması da büyük önem arz etmektedir.