TÜRK TARİH KONGRESİ VE TÜRKİYE'DE AKADEMİNİN DURUMU

1-5 Ekim tarihleri arasında Ankara’da XVIII. Türk Tarih Kongresi yapıldı. Bu kongre, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk zamanında başlatılan bir geleneğin devamı olup, yalnızca Türkiye’de değil, dünyada da eşi benzeri az olan ilmî etkinliklerden biridir. XVIII.’si bu sene yapılan kongrede birçok alanda ilkler yaşandı. En başta bu seneki kongrede katılım rekoru kırıldı. 30’dan fazla ülkeden yaklaşık 800 bilim adamı Selçuklu, Osmanlı, Türk Dünyası, Türkiye Cumhuriyeti tarihi, kültür ve medeniyeti, Roma ve Bizans tarihi, dinler tarihi, bilim tarihi vb. onlarca başlık altında kendi birikimlerini paylaştı. Kongreye dinleyici olarak katılanların sayısı da özellikle önceki kongrelerle kıyasla çok yüksek düzeydeydi. Kongrenin merkezî bir yerde düzenlenmesinin yanı sıra bunda gençlerin tarihe olan ilgilerinin artışının da etkisi büyüktür. Bu ise doğrudan biz akademisyenlerin zaman zaman eleştirdiği tarih programları, tarih dizileri ve popüler tarih dergilerinin yaygınlaşmasıyla ilgilidir. 800 katılımcının bildirisinin kabul edilmesi, bir takım eleştirilere yol açsa da genç bilim adamı adayları bir taraftan kendilerini ifade etme şansı buldular, diğer taraftan ise bu husus, kitaplarını okuyarak yetiştikleri bilim adamlarıyla tanışmalarını, belki de bundan sonraki süreçte yapacakları çalışmalar konusunda tavsiyeler almalarını sağladı. Bu kadar büyük katılıma rağmen gözlerimizin arayıp da bulamadığı bir isim vardı: Prof. Dr. Halil İnalcık. 2016’da vefat eden Halil İnalcık’ın yaptığı çalışmalarının yanı sıra en büyük özelliklerinden biri de bugüne kadar yapılan Türk Tarih kongrelerinin hepsine katılmış olmasıdır. İlkine dinleyici olarak katılan İnalcık, ondan sonrakilerin hepsinde bildiri sunmuştur. Kongreye katılan bilim adamlarından 200’den fazlası yurtdışından geldi. Bu husus, bir kez daha kongrenin dünya bilim tarihindeki yerine işaret etmektedir. Bununla birlikte kongreye yurtdışından katılımın biraz da Türkiye’nin dış politikası veya yabancı ülkelerle geliştirdiği münasebetlere paralel bir şekilde gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Nitekim aynı soydan gelen ve siyasi ve kültürel münasebetler geliştirilen Azerbaycan (69 bilim adamı), Kazakistan (16) ve Kırgızistan’dan (21) katılım yüksekken, uzun bir aradan sonra ilişkilerin yeniden canlanmaya başladığı Özbekistan’dan 8 bilim adamı katıldı. Türkmenistan ise kendi izolasyonunu ilmî alanda da devam ettirmektedir. İran da dâhil olmak üzere Orta Doğu’dan katılımın az olması, bölgedeki istikrarsızlık ile ilgiliyse, Batı’dan katılımın az olmasında muhtemelen Batı ülkelerinin Türkiye ile son dönemde yaşadıkları gerginliğin de etkisi büyüktür. Rusya’dan katılımın yüksek olmasında (26) şüphesiz gelişen Türk-Rus işbirliğinin etkisi büyüktür. Bu kongrenin önemli özelliklerinden biri de açılışın Cumhurbaşkanlığı Kongre ve Kültür Merkezi’nde yapılması ve Anıtkabir ziyaretinin gerçekleştirilmesiydi. Bu husus, bir taraftan bizlere ilk kongreleri hatırlatırken, diğer taraftan da devlet yetkililerinin tarihe ve bilime verdiği önemi göstermesi açısından önem arz etmektedir. Kongre organizasyonunun da en üst seviyede olduğunu belirtmek gerekmektedir. Belli ki hazırlıklar, en az bir yıl öncesinde başlamıştır. TTK Başkanı Prof. Dr. Refik Turan ile TTK Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Güray Kırpık başta olmak üzere Kurum yetkilileri ile çalışanlarının büyük bir emek sarf ettikleri görülmektedir. Kongrenin bilimsel seviyesine gelince, kurum yetkilileri tarihin farklı alanların önde gelen isimlerini bir araya getirmeye çalışmış, emekli öğretim üyelerini davet etmiştir. Bütün bunların kongreye büyük katkısı olmuştur. Her zaman ve her yerde olduğu gibi zayıf bildirilerin de sayısının az olmaması ise genel olarak Türkiye’de akademinin durumu ile ilgilidir. Gerek üniversite öncesi eğitim gerekse de yükseköğretim alanında sıkça yapılan değişikliklerin Türkiye’deki ilmî seviyeyi olumsuz etkilediğini söyleyebiliriz. Doçentlik sözlü sınavının kaldırılması ve doçentlik dil puanının 65’ten 55’e indirilmesi, öğretim üyelerinin kalitesini daha da düşürecektir. Özel işyerleri, hizmet sektöründe çalışanlardan dahi iki üç yabancı dil birden isterken, YÖK’ün doçent adaylarından tek bir dilden 55 almasını (ki bu puan, hiçbir şekilde o dili bildiğini göstermez) kâfi görmesini açıklamak mümkün değildir. Yine üniversite sayısının artışının olumlu yönleri olmasına rağmen bu husus, ilmî çalışmaların kalitesini düşürmektedir. Bu bağlamda yapılan en büyük yanlışlık belki de her üniversitede her bölümün açılmasıdır. Hâlbuki üniversitelerde, bulundukları bölgelere ve ihtiyaçlara göre bölümlerin açılması, üniversite mezunu işsiz grubunu azaltabilirdi. Tarih bölümlerinden örnek verecek olursak, yılda mezun olan 7-8 bin tarih bölümü öğrenciden yalnızca yaklaşık 100’ü öğretmen olabilmektedir. Diğerleri ise ya asker veya polis olmakta ya da yüksek lisans ve doktoraya girmektedir. Bu bağlamda öğrencilerin doğru yönlendirilmesi ve açılan/açılacak üniversitelerde “doğru bölümlerin” kurulmasının ehemmiyeti büyüktür. Üzerinde durulması gereken bir başka konu ise hep konuşulmasına rağmen Türkiye’de bir Bilimler Akademisi’nin olmamasıdır. Akademinin bünyesinde kurulacak enstitüler, Türkiye’deki bilimsel çalışmaların kalitesini kat ve kat arttırabilirdi. Zira bu enstitülerde görev yapan bilim adamları yalnızca bilimsel çalışma yapmak ve öğrenci yetiştirmekle görevli olacaktır. Türkiye’deki sisteme göre ise bir öğretim üyesi haftada en az 10 saat ders anlatıp, yüksek lisans ve doktora öğrencisi yetiştirmekte, ilmî çalışmalar yapmakta, sempozyumlara katılmaktadır. Daha sonra ise ortaya çıkan netice beğenilmemekte ve öğretim üyelerinin aldıkları maaşı hak etmediği ileri sürülmektedir. Yine son dönemde çıkartılan dergi sayısının artması, bunlarda hakemlik uygulamasının düzgün bir şekilde yürütülememesi, editörlük müessesesinin olmaması, büyük yayınevleri dışında yayınevlerinin getirilen dosyaları olduğu gibi basması da akademik çalışmaların seviyesini düşüren hususlardır. Bundan dolayı artan bilimsel çalışmaların içinden iyi olanları bulup çıkarmak bazen zor olmaktadır. Bütün bu sorunlar aynı zamanda Türkiye’deki üniversitelerin ilk 100, hatta ilk 500’e girmelerinin de önündeki en büyük sorunlardır. Tüm bunlar belki de Batılı bilim adamlarının uluslararası çapta ve kalitede organize edilen Türk Tarih Kongresi’ne katılmamalarının da sebeplerinden biridir. Yukarıda bir kısmını saydığımız sebepler, akademide mevcutken, Türk Tarih Kongresi ya da başka konferanslardaki bildirilerin hepsinin mükemmel ya da yeni keşif getiren bir çalışma olmasını beklemek, gerçekçi olmaz. Belirtilmesi gereken noktalardan biri de başta Azerbaycan olmak üzere Türk dünyasından gelen bilim adamlarının bildirilerinin büyük kısmının çok zayıf olmasıdır. Bunda şüphesiz bu cumhuriyetlerin bağımsızlıklarını kazanmalarından sonra giriştikleri “yeni bir tarih yazma” sürecinin devam etmesinin ve Rus bilim adamlarının diğer Rus nüfus ile birlikte cumhuriyetlerden ayrılmalarının da etkisi büyüktür. Akademideki tüm bu sorunlara rağmen Türk Tarih Kurumu çalışmalarını başarılı bir şekilde sürdürmektedir. Türk Tarih Kurumu’nun son dönemdeki en önemli özelliklerinden biri, “herkese açık olduğu bir kurum” olmasıdır. Bundan 15-20 yıl öncesinde kurum, adeta dört beş hocanın tekelinde bulunuyordu. Şimdi ise kurum yüzlerce öğrenciye yüksek lisans ve doktora bursları vermekte, arkeoloji ve bilimsel projeleri desteklemekte, hem kendisi konferans ve sempozyumlar düzenlemekte hem de bunun için yeterli bütçeye sahip olmayan üniversitelerin bilimsel toplantılarını desteklemektedir. Özellikle Prof. Dr. Ali Birinci döneminde başlatılan kaliteli kitap basım süreci de başarılı bir şekilde devam ettirilmektedir. Ümit ediyoruz ki, bundan sonraki süreçte de söz konusu çalışmalar artarak devam eder, bundan sonraki kongreler ise daha da başarılı bir şekilde gerçekleştirilir, akademideki sorunlar da çözülerek Türk üniversite ve bilim adamları kendilerinden söz ettirecek çalışmalar yaparlar.