SLAV KARDEŞLERİN KAVGASI

2018 yılının ikinci yarısında Avrasya coğrafyasında yaşanan en önemli gelişmelerden biri de Rusya ile Ukrayna arasındaki gerginliktir. İki “kardeş” ülke arasındaki çekişme her alanda yaşanmaktadır. Kiev yönetimi, İstanbul patriğinin de yardımıyla Ukrayna Kilisesi’ni bağımsızlığa kavuşturarak Moskova’nın “III. Roma” hayallerine darbe vururken Moskova da Ukrayna’dan geçen Batı Hattı’na alternatif olarak inşa edilen “Türk Akımı” projesi ile Ukrayna’nın bu alandaki etkisini azaltmaya çalışmaktadır. Kerç Boğazı ve Azak Denizi’nde tarafların karşı karşıya kalması da bu sürecin devamı niteliğinde bir gelişmedir. Şüphesiz bu mücadele günümüzde başlamış değildir. İki ülke arasındaki ilişkiler, Batı destekli renkli devrim (2014) sonrasında Rusya yanlısı Viktor Yanukoviç’in Ukrayna’da iktidardan uzaklaştırılmasından ve bunun üzerine Moskova’nın Kırım’ı ilhakından sonra bozuldu. Hatta tüm bu gelişmeler, yalnızca iki ülke arasındaki münasebetleri olumsuz etkilemekle kalmadı, özellikle Vladimir Putin’in 3. devlet başkanlığı döneminde başlayan yeni bir “Soğuk Savaş”ın derecesinin artmasına da sebep oldu. Kaldı ki Ukrayna kendisi de zaten bu Soğuk Savaş’ın mücadele alanlarından birini oluşturmaktaydı. Nitekim SSCB’nin yıkılışından sonra Rusya ile Batı’yı karşı karşıya getiren en önemli konu da Ukrayna olmuştur. Ukrayna, Putin döneminde yeniden güçlenen Rusya için büyük önem arz etmekteydi. Moskova, Baltık ülkeleri dışında eski SSCB cumhuriyetlerini hâlâ kendi etki alanı olarak görmektedir. Kremlin bu süreçte Bağımsız Devletler Topluluğu, Şanghay İşbirliği Örgütü, Avrasya Ekonomik İşbirliği Örgütü gibi oluşumları ve ellindeki kozları kullanarak eski Sovyet coğrafyasında etkisini devam ettirmeye ve özellikle ABD’nin bölgede gücünü arttırmasını engellemeye çalışmaktadır. Ukrayna da bu bağlamda istisna değildir. Hatta tam tersine aynı soy ve aynı dine mensubiyet, bu ülkedeki önemli orandaki Rus nüfusu ve Ukrayna’nın diğer cumhuriyetler arasında en büyüğü ve en güçlüsü (en azından yakın zamana kadar) olması, Ukrayna’yı Rusya açısından önemli kılmaktadır. Batı ise tam tersine Ukrayna’yı kendi tarafına çekmek istemektedir (ancak bunun için gereken maddi desteği vermemektedir). Tüm bu sebeplerden dolayı 2014 yılındaki renkli devrim ve iktidarın değişimi, hem Moskova ile Kiev hem de Moskova ile Washington arasındaki ilişkileri bozdu. Günümüzde Azak Denizi’nde yaşanan sorun da işte bu büyük resmin küçük bir parçasını oluşturmaktadır. Günümüzdeki krizin temelinde ise 3 Ukrayna gemisi, Moskova’nın görüşüne göre Rusya’nın sınırlarını ihlal etmesinden dolayı Rus deniz güçleri tarafından alıkoyuldu ve Kerç Boğazı’ndan geçmelerine izin verilmedi. Ukrayna yetkilileri ise Rusya’nın suçlamasını kabul etmemektedir. Taraflar karşılıklı olarak birbirlerini provokasyon hareketlerde bulunmakla suçlamaktadır. Aslında SSCB’nin yıkılmasından sonra Rusya ile Ukrayna, Azak Denizi ve Kerç Boğazı sorununu uzun müzakerelerden sonra da olsa çözmüştü. Ancak Kırım’ın ilhakı, yeniden tüm dengeleri bozdu. Her iki taraf da Kırım’ı kendi toprağı olarak saydığından dolayı deniz sınırı da her iki ülkeye göre farklılık arz etmektedir. Dolayısıyla her iki taraf da kendini haklı görmektedir. Burada dikkat çeken husus ise Kırım’ın ilhakı, yaklaşık dört yıl önce gerçekleşmiş olmasına rağmen bu sorunun yeni yaşanıyor olmasıdır. Bu bağlamda bu krizin Ukrayna’nın işine yaradığını ve tam tesrine Rusya’nın çıkarına olmadığını söylemek gerekmektedir. En başta 31 Mart 2019’da Ukrayna’da devlet başkanlığı seçimleri yapılacaktır. Şimdiki Devlet Başkanı Petro Poroşenko’nun yeniden seçilemeyeceğine kesin gözüyle bakılmaktadır. Ancak bu olayla Poroşenko “adeta Rusya’ya kafa tutarak” aynen kilise olayında olduğu gibi şüphesiz hem prestijini hem de oyunu arttırmaya çalışmaktadır. Hatta Poroşenko’nun 60 günlük sıkıyönetim ilan etmesi, seçim tarihinin ertelenmesine de yol açabileceği dedikodular arasındadır. Dolayısıyla Ukrayna’daki iç politika ve dengeler açısından bu kriz, Poroşenko’nun çıkarınadır. Bu kriz, Ukrayna’nın NATO üyeliğini hızlandırması açısından da önem arz etmektedir. Nitekim Batı, yaklaşık 30 yıldır Ukrayna’yı Rusya’dan koparmaya çalışmasına rağmen Ukrayna NATO’ya da AB’ye de kabul edilmemektedir. Bununla birlikte ise Ukrayna’nın özellikle NATO ile görüşmeleri devam etmektedir. Bu kriz, Ukrayna’nın “kendini güvende hissetmediğini ve bir an önce NATO üyesi olması gerektiğini anlatabilmesi” açısından araıp da bulamadığı bir gelişmedir. Dolayısıyla provokasyonu başlatan kimin olduğu konusunda kesin bir söz söylemek mümkün olmasa da Kiev yönetimi, bu durumdan şikâyetçi olmamalıdır. Rusya açısından ise durum tam tersine, olumsuzdur. Rusya, son birkaç yıllardır Suriye’deki iç savaşın içerisinde aktif olarak yer almakta ve büyük paralar harcamaktadır. “Suriye cephesi” mevcutken, Moskova’nın kendisi için yeni bir cephe açması, ne siyasi ne de ekonomik açıdan hiç mantıklı değildir. Ayrıca bu kriz, yavaş yavaş düzelmeye başlayan Rusya ile AB ülkeleri arasındaki münasebetleri tekrar bozacaktır. Bilindiği gibi, Kırım’ın ilhakından sonra gerek ABD gerekse de AB, Rusya’ya yaptırım uygulamaya başlamıştı. Ancak 2018’de özellikle de Avrupa’daki şirketlerin baskısıyla Rusya ile AB arasındaki gerginlik azalmaya başlamıştı. Böyle bir ortamda ekonomik olarak zor günler geçiren Moskova şüphesiz Ukrayna ile çatışmaya girmek istememektedir. Diğer taraftan Rusya’nın AB ile münasebetlerini iyileştirmesi, Ukrayna’nın işine yaramamaktadır. Dolayısıyla bu açıdan bakıldığında da krizin, Ukrayna’nın çıkarına olduğu görülür. Krizin 30 Kasım - 1 Aralık’ta Arjantin’de düzenlenecek olan G-20 Zirvesi sırasında gerçekleşmesi planlanan Putin - Trump görüşmesinden hemen önce yaşanması da dikkat çeken hususlardan biridir. Kriz bir iki günde sona ermediği takdirde bu görüşmenin iptal edilmesi, kuvvetle muhtemeldir. Azak krizini, birçok açıdan Türk Akım Projesi’ne de bağlamak mümkündür. En başta Rus uzmanların bir kısmı, olayı Ukrayna’nın çıkarttığını ileri sürerek bunun, Ukrayna’nın çıkarlarına zarar veren Türk Akım’a “cevap” olduğunu ileri sürmektedir. Bu görüş tartışılabilir olmakla birlikte krizin tırmanması, Türk Akım’ın ikinci hattının ve Rusya’nın bir başka enerji projesi olan Kuzey Akım’ın hayata geçmesini zorlaştıracaktır. Zira özellikle de ABD’nin baskısıyla AB ülkeleri “böyle kötü bir Rusya ile iş yapmak istemeyecektir.” Görüldüğü gibi söz konusu kriz, Rusya’nın hiç ama hiç çıkarına değildir. Gerek bu iki ülke gerekse de bölge ülkeleri açısından bu krizin bir an sonlandırılması önemlidir. Silahlı çatışmalar, bölgedeki hiçbir ülkenin işine yaramayacaktır. Zaten zor günler geçiren ve adeta Suriye’deki gelişmelerin gölgesinde kalan Ukrayna, ikinci bir Suriye’ye dönüşmemelidir. Bu süreçte Türkiye’ye önemli bir rol düşmektedir. Zira Türkiye, günümüzde hem Rusya ile hem de Ukrayna ile dostça ilişkiler içerisinde bulunan nadir ülkelerden biridir. Günümüze kadar da Ankara, bu dengeyi iyi korumuş, her iki ülkenin de güvenini kazanmıştır. Türkiye’nin, bu krizde bir an arabuluculuk üstlenmesi şarttır. Zira bu husus, Ankara’nın bölgede artan prestiji ve gücünü daha da arttıracağı gibi, kendi çıkarlarını da olumsuz etkileyecek krizin daha da büyümesini engellemiş olacaktır.