YENİ SOĞUK SAVAŞA DOĞRU

Varşova Paktı ve Sovyetler Birliği’nin parçalanmasıyla birlikte II. Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan Soğuk Savaş da sona ermiş oldu. Hatta 1990’lı yılların başında Boris Yeltsin başkanlığındaki Rusya’nın “ABD’nin 200 yıllık demokrasi tecrübesinden yararlanma” kararı almasıyla birlikte “Soğuk Savaş” teriminin de tamamen tarihe karışacağı düşünülmüş, Rusya ile Batı arasında çok yönlü “romantik ilişkiler” başlamıştı. Boris Yeltsin’in Batı karşısında teslimiyetçi politika izlemesinin sebebi, şüphesiz Çeçenistan başta olmak üzere iç politikada büyük sorunlar yaşaması ve Rus ekonomisinin dış destekler sayesinde ayakta kalabilmesiydi. Ancak Rus devlet ve halkının en önemli özelliklerinden biri de “yıkılmak / yok olmak üzereyken” güçlenerek çıkma becerisine sahip olmasıdır. 2.5 asırlık Altın Orda hâkimiyeti, Napoleon ile yapılan I. Vatan Savaşı, Hitler Almanyası ile yapılan II. Vatan Savaşı, Çarlık Rusyası’nın yıkılışı vb. süreçlerden Rusya güçlenerek çıkmıştır. 1990’lı yıllardaki kriz sonrası da aynı durum söz konusudur. Boris Yeltsin’in yerine Vladimir Putin’in geçmesi, enerji kaynak fiyatlarının artışı, Rusya’nın SSCB’nin yıkılışının şokunu atlatması ve iç sorunların önemli bir kısmını çözmesi neticesinde Rusya, daha 2000’li yılların başında uluslararası arenada yeniden önemli bir oyuncu hâline geldi. Rusya daha aktif ve agresif bir siyaset izlemeye ve ABD’nin “tek kutuplu dünya düzeni inşa etme” siyasetine karşı çıkmaya başladı. Rusya’yı ABD’nin bu siyasetine en çok rahatsız eden husus, şüphesiz Washington’un Moskova’nın hâlâ kendi “arka bahçesi” olarak gördüğü eski Sovyet coğrafyasını Rusya’dan koparmaya çalışmasıdır. NATO ve AB’nin yayılmasını da Kremlin, bu çerçevede değerlendirmektedir. Nitekim Rusya ile ABD’nin arasını açan ve yeniden Soğuk Savaş’tan bahsedilmesine sebep olan gelişmeler de iki eski Sovyet cumhuriyeti ile ilgilidir. Gürcistan ile Ukrayna’da Batı destekli renkli devrimlerin gerçekleşmesi, Abhazya ve Güney Osetya’nın bağımsızlıklarını ilan etmelerine ve Kırım’ın Rusya tarafından ilhakına yol açtı. Bu iki önemli olay, yalnızca Rusya’nın Gürcistan ve Ukrayna ile ilişkilerini kesmekle kalmadı, Moskova’nın Batı dünyası ile ilişkilerinin gerginleşmesine de neden oldu. Her ne kadar başta Rusya ile ABD’nin çıkarları yalnızca eski Sovyet coğrafyasında çatışsa da zamanla mücadele alanı genişledi. Bunun sebebi de iki ülkenin amaç ve hedeflerinin çakışmasıdır. ABD, tek kutuplu dünya düzeni inşa etme çabasının yanı sıra her yerde Batı yanlılarını iktidara getirmeye, askerî teknoloji ve enerji pazarlarına hâkim olmak istemektedir. Rusya ise bölgesel güç olmak, eski Sovyet coğrafyasında ve bir zamanlar Sovyetlerin güçlü olduğu coğrafyada eski gücüne kavuşmak, Avrasya’da enerji alanda hâkimiyet sağlamak istemektedir. İki ülkenin dış politikalarını söz konusu isteklerine göre yürütmeleri de Rusya ile ABD arasında siyasi, askerî, ekonomi, enerji, hatta dinî alanda bir mücadelenin yaşanmasına yol açmaktadır. Eski “Soğuk Savaş” günlerini aratmayan bu mücadelenin Ukrayna’dan Suriye’ye, Balkanlar’dan Venezuela’ya kadar birçok cephesi vardır. Adı geçen bölgelerde güçlerini arttırmak için her iki ülkenin de yaklaşım ve ellerindeki kozlar farklıdır. ABD bu süreçte, kendisini demokratik değerleri savunan, terörle mücadele eden bir ülke olarak göstererek “kurtuluşu” da Batı ile entegrasyon veya işbirliğinde olduğunu ileri sürmektedir. Rusya ise tam tersine mevcut iktidarları savunmakta, dışarıdan müdahalelere karşı çıkmakta, ayrılıkçı bölge kozunu kullanmakta, müttefik sayısını arttırmak için de ülkelerin borçlarını silmekte ya da yeni krediler açmaktadır. Yine ABD, bu süreçte NATO gibi önemli kozunu kullanırken Rusya da ŞİÖ ve Avrasya Birliği gibi oluşumlardan istifa etmeye çalışmaktadır. Baltıklar dışında eski Sovyet coğrafyasında Rusya son yıllarda şüphesiz etkisini arttırmış ve dolayısıyla da ABD’nin buradaki “varlığını” minimum seviyeye indirmiş bulunmaktadır. Balkan ülkeleriyle Moskova özellikle enerji alanında sıkı işbirliği geliştirse de Rusya’nın bu bölgede siyasi alanda bir ağırlığı kalmamıştır. Rusya’nın Balkanlar’daki “son kalesi” Sırbistan dahi önceliği gittikçe daha fazla AB üyeliğine vermektedir. Arap Baharı ile birlikte Rusya, Orta Doğu’da da büyük bir darbe aldı. Suriye’yi bu kadar savunmasının sebebi de Suriye’nin bölgedeki son önemli dayanaklarından olmasıdır. Rusya ile ABD’nin Suriye’ye yaklaşımlarındaki en önemli fark da aslında budur. Diğer bir deyişle Suriye, Rusya için arz ettiği önemi bölgede zaten güçlü olan ABD için arz etmemesidir. ABD’nin Suriye’den çekilme kararını, bu bağlamda da ele almak mümkündür. Dolayısıyla Suriye özelinde bakıldığında Rusya kendisi açısından başarılı sayılsa ve bölgede prestiji artsa da bölge hâkimiyeti için verilen rekabette özellikle de Arap Baharı neticesinde ABD’nin hâkim konumda olduğu görülmektedir. Rusya, ABD’nin eski Sovyet coğrafyasına olan ilgisine karşı eskiden beri Latin Amerika’ya ilgi göstermiştir. Hatta SSCB zamanında Latin Amerika, iki taraf arasında önemli bir cepheydi. Rusya günümüzde de kıta ülkeleriyle yakın işbirliği geliştirmeye çalışmaktadır. Ancak örneğin buradaki en yakın müttefiklerinden biri olan Venezuela’ya dahi ciddi bir destek vermesi söz konusu değildir. Bu durum şüphesiz Moskova’nın maddî imkânlarıyla da yakından ilgilidir. Her ne kadar Rusya ile ABD’nin birçok bölgede çıkarları çatışsa da her iki ülke de doğrudan askerî çatışmaya girmekten kaçınmaktadırlar. Suriye’de karşı cephelerde olmalarına rağmen düzenleyecekleri askerî operasyonlardan birbirlerini haberdar etmelerini de bu yaklaşımla açıklanmaktadır. Genel olarak bölgesel mücadeleleri Rusya ile ABD başka ülkelerin iktidar ve muhalefetleri üzerinden yapmaktadırlar. Taraflar arasında Soğuk Savaşı hatırlatan bir başka konu ise silahlanma ve silah pazarları konusundaki rekabettir. 2013-2017 yılları arasında dünya silah ihracatının % 34’ünü ABD, % 22’sini Rusya yapmıştır. Aynı şekilde askerî teknoloji üretimine de en fazla yatırımı bu iki ülke yapmaktadır. Geçtiğimiz günlerde başta ABD’nin, ardından da Rusya’nın Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler Anlaşması’nı askıya aldıklarını açıklamaları da silahlanma yarışının yeniden hız kazanacağının önemli işaretlerindendir. Bu gelişme Rusya açısından önemli sonuçlar doğurabilir. Zira II. Dünya Savaşı sonrası dönemindeki böyle bir yarış, SSCB’nin ekonomisinin çökmesine ve daha sonra yıkılmasına yol açmıştı. Dolayısıyla ABD’nin adı geçen bu anlaşmayı askıyı almasının zaten kötü durumda olan Rus ekonomisini çökertmeye yönelik bir tuzak olma ihtimali vardır. Bu öngörümüzü kuvvetlendiren bir başka husus ise ABD’nin aynen Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi petrol fiyatlarıyla oynaması ve Rusya’nın Avrasya’da enerji alanındaki hâkimiyetine son verme çabası içerisinde olmasıdır. Rusya’nın en önemli gelir kaleminin enerji kaynakları olduğunu bilen ABD, Kremlin’in en önemli müşterisi olan AB ülkelerine Rusya’ya olan bağımlılığı azaltma konusunda baskı yapmakta, başta Kuzey Akım-2 olmak üzere Gazprom’un projelerinin hayata geçmesini engellemeye çalışmaktadır. ABD’nin Polonya’ya sıkıştırılmış gaz ihracatını başlatmasını da aynı çerçevede değerlendirmek gerekmektedir. Yine ABD’nin Venezuela’nın seçimle iktidara gelen resmî iktidarına karşı izlediği siyasetin sebeplerinden biri de Venezuela’nın petrol yataklarında Rus şirketlerinin çalışmasıdır. Dolayısıyla ABD, bir taraftan Rusya’yı en önemli gelir kaynağından mahrum bırakmak isterken diğer taraftan da gittikçe daha fazla silah yarışına çekmeye çalışmaktadır. Rusya ile ABD arasındaki söz konusu mücadelenin II. Dünya Savaşı sorasındaki Soğuk Savaş’tan farkı, belirgin bloklaşmaların olmamasıdır. Her ne kadar ABD, kendi siyasetinde NATO’yu aktif olarak kullansa ve AB’ye Rusya ile ilişkileri konusunda baskı yapsa da AB özellikle enerji alanında Rusya ile işbirliğini azaltmak istememektedir. Zira Rus gazına alternatif bulunmadığı gibi, Rusya’ya Ukrayna meselesi yüzünden uygulanan ambargodan da zararı ABD değil, AB ülkeleri görmektedir. Yine AB içerisinde Rusya’ya yaklaşım konusunda hâkim ortak bir görüş yoktur. Rusya cephesi için de aynı şeyi söylemek mümkündür. Rusya’nın da ABD ile mücadelesinde belirgin güçlü bir destekçisi yoktur. Dolayısıyla yeni dönem “Soğuk Savaş’ın” temel özelliği, rekabet ve mücadelenin üçüncü ülkelerin topraklarında bloklar arasında değil, iki ülke (ABD ve Rusya) arasında yaşanması ve doğal olarak da en büyük zararı söz konusu mücadelenin yaşandığı ülke ve halkların görmesidir. Nükleer silahlarla ilgili alınan kararlar ile enerji alanında izlenen siyasetlere bakıldığında iki ülke arasındaki gerginliğin önümüzdeki yıllarda da çok yönlü olarak devam edeceği benzemektedir